May 10, 2011

VİZONTELE





 Hakkari... 70'ler...
  Vizontele insanlarıyla bir kentin ve bir çocuıkluğun hikayesi...

   Yılmaz Erdoğan tiyatro oyunları, kitapları, sohbetleri aracılığıyla anlattığı Hakkari'yi şimdi de beyaz perdede seyircileriyle buluşturuyor. Çocukluğunun yaşandığı kent olan Hakkari'ye vizontelenin(televizyon) geliş öyküsünü anlatıyor; musluklara bir türlü su getiremeyen belediye başkanı Nazmi Bey, Rıfat'ı askere giden Sıti Ana, Rıfat'ın geride kalan sevgilisi Asiye, Eşenlerin gelini Fırkat, Sinemacı Latif, müteahhit Fikri, Mal Müdürü İzzet,haylaz torunlar Yılmaz, Mustafa, Aykut, sarhoş Ezo ve arkadaşları, devrimci gençler ve diğerlerinin öyküleri ile birleştirerek...

  Bir süreliğine çocukluğuna ve yetmişli yıllara geri dönüp oradan aktarıyor bize bu keyifli hikayeyi, kendine özgü bakışı ve anlatımıyla...

  Ve sinema, özlediği bir buluşmayı gerçekleştiriyor, Hakkari'nin, "vizontele"nin, insanların öyküleriyle... buluşturmak üzere bu sıcacık öyküleri başka hayatlarla ve başka öykülerle...

  Yolun sonu olan ve herşeyin geldiğinde zaten eskimiş olduğu bir kente devlet tarafından televizyonun gönderilişinin hikayesi...uzak görünen yerleri, insanları ve duyarlılıkları yanıbaşımıza getiren bir film...
ve vizontele...


Rıfat gidecek olmasa, daha da önemlisi Sıti bu gidişi dünyanın en önemli meselesi haline getirmese bu kalabalık toplanmayacaktı. Aslında Nazmi Bey de bu kadar tantanayı gereksiz buluyordu.Çünkü bu tip lüzumsuz toplaşmalar otlakçılar, beleşçiler içindi. Yani Ezo gibileri için. Bunlar cenaze evlerine bile taziye için filan değil, beleş yemek için giderlerdi. Hatta o sıra kayda değer bir ölüm hadisesi olmamışsa sahte ihbarlar bile yaparlardı... İşin en berbat tarafı, bu ekibin içinde Nazmi Bey'in büyük oğlu Ahmet de vardı.

Şimdi de, yani evin salonunda kurulan upuzun yer sofrasında şehrin ileri gelen insanları yemek yerlerken Nazmi Bey, her vesileyle böyle bir yemek yenmesinin anlamsızlığını düşünüyordu. Hele ki mal müdürü İzzet Bey'in yuttuğu her dolmadan sonra parmağını ağzına sokup takma dişlerinin altına gizlenen posaları ağzının ön tarafına ve gündemin ilk sıralarına taşıması işi iyice tatsızlaştırıyordu. Tabii Karayolları şefi Casım'ın ağız şapırtılarıyla yaptığı katkıyı da unutmamak gerekirdi. Ağzında bir şey yokken bile şapırdatabilen ender insanlardan biriydi kendisi.

Vizontele'nin özgün senaryosu ve romanından alınmış bu bölümleri filmde aynı sahnelere karşılık geliyor. Peki acaba "Vizontele" roman olarak filmin öncülü müydü? Yoksa bağımsız bir çalışma olarak mı kaleme alındı? İşte bu konuda romanın ve senaryonun sahibi Yılmaz Erdoğan'ın açıklamaları:

"Bu, başından beri film olacak diye kurgulanmış bir projedir. Ona uzun bir tretman demek daha doğru olur. Bu, hikayede anlatmak istediğim her şeyi bir ağızdan kağıda dökmekti. Karakterlerin önünü, arkasını, derinliğini, geçmişini oluşturmak adına hem benim hem oyuncular için bir rehberdi. Çünkü senaryonun içinde bir roman derinliğinde karakter anlatmak zordur. Bu, oyuncular için de çok verimli bir şey oldu. Çünkü ben onları yazmasaydım oyunculara tek tek anlatacaktım. Senaryo dediğimiz şey en az hayat kadar gerçekçi olmalıdır. Bundan daha gerçekçi senaryolar da biliyorum. Vizontele de böyle bir senaryo oldu galiba. Sıti'nin doğumunda kaç çocuğu öldü, babası nasıl bir adamdı bilmesi gerekirdi. Roman biraz o maksatla yazılmış bir şey. Ama eğer bir gün kitap olacaksa bu şekilde olmasını isterim. Çünkü senaryo genel anlamda çok okunaklı bir şey değil. Romanla senaryo arasındaki temel ilişki budur."

No comments:

Post a Comment